Bilinmeyen bir tarihte Üsküdar'da doğan Hacı Faik Bey 19.Yüzyılın en önemli bestekârlarından biridir. Beşyüzden fazla eser bestelediği düşünüldüğü hâlde bunlardan ancak yüzelli kadarının günümüze ulaşabildiği söylenmektedir. Herhalde aşağıdaki iki dörtlükte gördüğünüz eserini duymamış olan da pek yoktur;
Nihansın dideden ey mest-i nâzım
Bana sensiz cihanda can ne lâzım
Benim sensin felekde çâresâzım(*)
Bana sensiz cihanda can ne lâzım
Revadır(*) mâtemin tutsa felekler
Bana insan değil ağlar melekler
Hevâya gitti hep bunca emekler
Bana sensiz cihanda can ne lâzım
(*) Uzun yıllardır farklı sanatçılar tarafından gerçekleştirilen yorumların bir bölümünde "Revadır" yerine "Sezadır" ifâdesi de kullanılmaktadır ki her iki kelime de hemen hemen aynı anlama gelmektedir; lâyık, uygun, yaraşır... Benzer şekilde farklı icralarda "Çâresâzım" ve "Sâyesâzım" kelimeleri de kullanılmaktadır ve bu kez anlam değişmekte olsa da ilgi çekici bir şekilde her iki ifâde de uygun düşmektedir ama acaba ilk yazıldığı hâlinde hangileri mevcuttu?
Böyle bir giriş müdâvim ziyaretçiler için bir miktâr şaşırtıcı olabilir ne de olsa sitenin akış hattı çok daha farklı gibidir ama yine de acele karar vermeyin, eksen kayması yok ;)
Bestesi yanında güftesi de bizzat Hacı Faik Bey'e ait olan bu eserin ortaya konmasına sebep olan hâdise ise yazının temel konusunu teşkil edecektir...
Sultan Abdülaziz, Sultan 2. Mahmut'un ikinci oğlu olarak 1830 yılında dünyaya geldi ve ağabeyi Sultan Abdülmecid'in ölümü üzerine, 32. Osmanlı Padişahı olarak 1861 yılında tahta geçti.
Bu dönemde her ne kadar Osmanlı Devleti hâlâ dünya çapında hatırı sayılır bir güç gibiyse de artık önlenemez yıkılış süreci başlamış durumdaydı. Ülkenin içinde bulunduğu vaziyet çeşitli durumların karmaşık etkileşimleriyle şekillenmiş bir yapıdaydı ki bu hususlar kapsama alanımızda değil.
Abdülaziz Han emâneti devraldığında devletin Batı tarafından içeriden fethedilmesi önemli ölçüde tamamlanmış durumdaydı; sivil ve askeri bürokrasi artık dehşet verici seviyede devlete ve millete fransız(!) olmuştu. Aslında o günleri biraz dikkâlice ve önyargısız bir şekilde inceleyebilirseniz mesela 1945'den günümüze kadar gerçekleşenleri de adeta adım adım tekrar görür gibi olabilirsiniz.
Resim.1) Döneminin padişah ve şehzadelerine göre oldukça ilgi çekici niteliklere sahip olan Sultan Abdülaziz Han aynı zamanda yetenekli bir ressamdı. Burada bir Osmanlı Deniz Savaşı tablosunun temelini teşkil etmek üzere çizdiği bir taslak çalışması görülmektedir.
Böylesine olumsuz şartlar altında Sultan Abdülaziz belki kötü gidişâtı durdurabilmek belki de herşeyin farkında olduğu için ancak geciktirebilmek amacıyla elinden geleni yapmış olmasıyla dönemin padişahları arasında değerli bir konuma sahiptir.
Genç sayılabilecek bir yaşta adeta enkaz devralan Sultan Abdülaziz, ilk olarak çivisi çıkmış durumdaki devlet harcamalarına hem hâkim olabilmek hem de israfları azaltarak iktisâdî yapıyı belli bir düzene çekebilmek için çalışmaya başladı ki bu durum şaşırtıcı olmayan bir şekilde bürokratlar tarafından nefretle karşılandı!
Donanma gücüne karşı özel bir tutkusu1 olan Abdülaziz Han bu sahada da önemli atılımlar yapmaya gayret etti; ülke içindeki tersaneleri geliştirmeye uğraşması yanında Batı ülkelerine yeni nesil savaş gemileri sipariş ederek deniz kuvvetlerini güçlü tutmaya çalıştı. Bu dönemde İngiltere merkezli olarak yaşanmakta olan savaş gemisi tasarım ve inşa teknolojilerindeki çok büyük ve hızlı sıçramalara zamanın diğer bâzı denizci ülkeleri gibi Türk Devleti de uyum sağlayamamış ve ciddi şekilde geri kalmaya başlamıştı. Masraflarının önemli bir bölümü de halkın yaptığı büyük bağışlarla karşılanan bu yeni ve güçlü donanma çalışması, kağıt üzerinde dünyanın üçüncü hatta kimi değerlendirmelere göre ikinci büyük deniz gücü hedefine ulaşılmasını sağladıysa da temeldeki asıl sıkıntılar2 ve çâresizlikten doğan bu yaklaşımdaki bâriz kavram hataları bütün bu çalışmaları anlamsız bırakmaya kâfi geldi. Her şeye rağmen Osmanlı içindeki böyle atılım teşebbüsleri, zamanın sömürgecileri tarafından çıkarlarına tehdit olarak algılanmaya da başladı.
Farklı sebeplerle hem içeriden hem de dışarıdan Osmanlı Devletine karşı oluşan bu çift taraflı cephenin işbirliği yapması neticesinde Batının ustalıklı(!) kurgusuyla, tâkip edecek bir asırdan daha uzun süre boyunca bu topraklarda kendisini adeta karbon kopya gibi tekrar edecek askeri darbeler silsilesinin ilk örneği 1876'da gerçekleştirildi ve Sultan Abdülaziz Han da darbeciler tarafından kahpece katledildi.
İşte herkesin darbecilerden çekindiği böylesine bir karanlık ortam içinde Hacı Faik Bey, yazının başında güftesini okuduğunuz bu rast eseri Sultan Abdülaziz için ortaya koymuş ve darbecilere, kendi yetenekleri doğrultusunda ustaca ve örtülü bir tepki göstermiştir. Doğrusu bu eseri; yazılmasına ve bestelenmesine sebep olan hâdiseyi bilerek dinleyince durumun (kimilerimiz için) daha da etkili bir hâle geldiği söylenebilir...
Yazıya konu olan bu musikî eserini çok güzel şekilde yorumlayan pek çok sanatçının sesinden dinleyebilmek mümkün olsa da benim için aşağıdaki yorumun ayrı bir yeri olduğunu belirterek mevzuyu noktalayalım. Bu arada belirtmek gerekirse, aşağıdaki icra son iki mısrayı kapsamamaktadır.
|