20.yüzyıl, diğer bâzı anahtar kavramlar yanında, toplum mühendisliği uygulamalarıyla kimi milletler tarafından, kimi milletler üzerinde, silah kullanmadan müthiş tahribatların yapılabilmiş olmasıyla da dikkât çekmektedir. 21.yüzyıl ise bu çalışmaların yıkıcı etkilerinin artçı depremler gibi darbeler vurmaya devam etmesine sahne olmaktadır ki artık milletler neredeyse hiç dış müdahâle gerektirmeden, bizzat kendi bireyleri tarafından gönüllü olarak tahrip edilebilmektedir. Somut örnekler vermeye gerek var mı?
Tabii burada böylesine geniş kapsamlı bir konuya girmek gibi bir niyet yoktu, bununla birlikte çok dar ve özel bir çerçeveyi, mekanizmanın işleyişini anlayabilmek ve olaylardaki düzeni(!) tanımlayabilmek için bir örnekleme maksadıyla kullanmak da düşünülebilirdi. Fakat devam etmeden evvel belirtmek gerekir ki öncesinde kaynak [3]'ü okumayanlar bundan sonrasından pek birşey anlayamayabilirler ya da daha kötüsü yanlış anlayabilirler.
O zaman lâfı daha fazla uzatmadan 26 Mayıs 1968'e gidiverelim. Benim için pek eski bir tarih değil ama temas ettiğim ziyaretçilerden algılayabildiğim kadarıyla bu yazıyı okuyacak olanların önemli bir bölümü için, muhtemelen henüz ebeveynlerinin bile dünyaya gelmemiş olduğu eskilikte bir tarih aynı zamanda.
Eski gazetelerde, gerçekten çok ilgi çekici, ibretlik hâdiselerle karşılaşmak son derece olağan bir durum. İşte hemen aşağıdaki resimde görülen haber de bunlardan sadece biri ve kesinlikle sıradan değil. Ayrıntılara gereken dikkât gösterildiğinde farkedilebileceği üzere; buradaki konumuz itibarı ile, Türk denizaltıcılığı ile ilgili ve bugün de hâlâ tam olarak tıkır tıkır işlemekte olan bir mekanizmanın, ikinci dalgasının başlangıcının açıkça ilân edilişi!
Resim.1) Mayıs 1968'de bir gazetede yayınlanan ilgili haberin görüntüsü. [1], [2]
Görüldüğü gibi haberde iki kanat var; ilki Genelkurmay Başkanı ile bağlantılı olarak ABD'den yeni denizaltılar için istenen izin ve para1 ki başlı başına utanç verici ve aşağılayıcı, ikincisi ise Deniz Kuvvetleri Komutanı bağlantılı olarak Almanya'dan alınmak istenen denizaltılar.
Konuyu çok uzatmamak için ilkini geçelim. İkincisine gelirsek, kullanılan ifâdeler, bu ilgi çekici mevzu hakkında yeterli bilgisi olmayan büyük çoğunluk için, hâliyle sevindirici, ümit verici vesaire şeklinde algılanabilir:
"450 tonluk (ilk denizaltımız) Türk mühendislerinin çizdiği plânlara göre Gölcük'te yapılacak"
Bu ifâde, bi de yalan olmayaydı, iyiydi! O günlerde milli gemi, milli denizaltı vesaire şeklinde kavramlar henüz pek moda olmamış durumdaysa da 1968 itibarı ile ilk milli denizaltıların müjdesi(!) verilmişti bile.
1953'den itibâren mâlûm ülkelerle2 peş peşe imzalanan birkaç anlaşmayla birlikte hâkim güçler nemçelilerin zincirini yavaş yavaş gevşetmeye başlamıştır ve bu bağlamda mesela maimahreci azami 350ton olmak kaydıyla, tekrar denizaltı inşa edebilmelerine, denizaltı filolarının toplamda kaç ton olabileceğine (dolayısıyla sahip olabilecekleri azamî denizaltı sayısına) yönelik tâvizler alındıktan3 sonra da almanlar İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki ilk tasarımları olan Tip201'in çalışmalarına başlamışlardır.
İlk tasarımda yapılan hatalar ve yaşanan sıkıntılardan kaynaklanan sebeplerle çarşafa doladıktan sonra yaptıkları talep doğrultusunda, üzerinde çalıştıkları tasarımı 450ton'a çıkartabilmelerine de daha sonra sahipleri tarafından özel izin verilmiştir. Fakat mühendislik temelli hatalardan kaynaklanan sıkıntılar bitmek bilmedi, bunları giderebilme hedefiyle oluşturulan biraz düzeltilmiş Tip201 de Tip205 olarak yoluna devam etti.
Bunları neden mi anlattım, işte yukarıdaki gazetede, amiralin elindeki puronun yanında duran bizim ilk milli(!) denizaltı adayımız; tam da 450tonluk bu Tip205'in bir türevi olduğu için olmasın, hâliyle ortada Türk mühendislerinin çizdiği bir plân falan da yok idi ve asla olmayacaktı, tam elliiki yıl sonra bugün bile, hâlâ olmadığı gibi.
Ama geçen zaman içinde bizim nemçeliler sahiplerine olan sadakâtini sürdürdükçe, küçük şekerlerle veya havuçlarla ödüllendirilmeye de devam ediyorlardı ve bu arada kendileri için olmasa da ihracat için 450ton'dan daha büyük denizaltılar inşa edebilmelerine de izin verildi ve böylece ilk satışı Yunanistan'a yapılan ve temel tasarım kavramı olarak oldukça büyütülmüş bir Tip205'den ibâret olan 1.200ton'luk ilk Tip209 ortaya çıkmış oldu ki Türkiye de kayıtsız şartsız bu kayığa atladığı için konu bizi de derinden ilgilendirmektedir. Türkiye'nin hâlen devam etmekte olan Tip209 macerasından fazla bahsetmeye gerek yok.
Resim.1) Türk Bahriyesinin ilk iki denizaltısı; Abdülhamid ve Abdülmecid, 1886 ve 1887'da Taşkızak'ta denize indirildi. Bu dönemde henüz İngiltere, ABD gibi donanmaların elinde bile denizaltı yoktu.
Sonuç olarak, ilk denizaltılarımız teknik anlamda son derece başarısızdı, tıpkı aynı şirketin Yunanistan'a ve Rusya'ya sattığı diğer tasarımları gibi. Bu projede önemli ibretlik ayrıntılar olmasına rağmen, bunları görmek hiçbir zaman işimize gelmedi ki aynı hatalar 2020 itibârı ile devam edebiliyor.
Türkiye'nin denizaltı macerasının başlangıcı için 19.yüzyılın son çeyreğine gitmek gerekir. Bu dönemde bir İsveç-İngiltere ortaklığı ürünü olan ve tasarımcısı Thorsten Nordenfelt'in soyismi ile tanımlanan denizaltılar piyasaya çıkmıştır. İlk tasarım olan Nordenfelt-1, bağımsızlığını yeni kazanmış olan Yunanistan'a satılınca ikinci tasarım olan Nordenfelt-2'nin [Resim.2] de Osmanlı Devletine kakalanması artık çocuk oyuncağı olmuştu. Tıpkı 1970 civarında ilk Tip209'un ve 2000'lerde ilk Tip214'ün yine ilk önce Yunanistan'a satılması ve Türkiye'nin de aynı enayiliği tekrar ve tekrar yapmasının kolayca sağlanabilmesi gibi, tabii bu dümen de mekanizmanın işlemesine katkı sağlayan bileşenlerden biridir.
Addülhamid ve Abdülmecid denizaltıları, İstanbul'daki bir çağdaş kapalı taşkızakta, İngiltere'den deniz yoluyla gönderilen parçaların, donanımların ve malzemelerin birleştirilmesi yoluyla inşa edilmiştir, tıpkı İstanbul'da ve Gölcük'te; 1930 ve 40'larda iki Ay Sınıfının ve 1970'lerin ortalarından başlayarak 80'lerde, 90'larda ve 2000'lerde 209'ların ve günümüzde 214'lerin, en temel malzeme olan çelikten başlayarak tamamen nemçeliler tarafından gönderilen malzeme ve donanımların birleştirilmesiyle inşa edilegelmesi gibi.
Bu süreçte hiç mi terslik yok? Demek ki yokmuş! Velhasıl 1886'dan 2020'ye aldığımız gerçek yol bir arpa boyu bile değildir! Ama şimdi elinizin altında arama motoru diye birşey var, buraya milli denizaltı vs. gibi birşeyler yazın, çıkan sonuçları inceleyin; yalanın bini bi' para. Bu durumda ister istemez, daha önce kullanmış olmama rağmen, tekrar Göbbels'e atıf yapmak gerekecek, ne de olsa o da bir nemçeli:
"Eğer yeteri kadar büyük bir yalan söyler ve bunu sabırla, devamlı olarak tekrar ederseniz, insanlar eninde sonunda inanmaya başlayacaktır!"
Bu görevin son-uygulayıcısı ise medya denen şey(#$%)'dır, mesela [Resim.1]'de de görülebildiği gibi.
Sürmekte olan Tip214 ve tâkip edecek MİLDEN macerası ise ayrı bir hikâye ama bu konuda da artık daha fazla birşey söylemek pek gerekli değil. Yine de küçük bir son ayrıntıya daha değinmek lâzım; yukarıdaki haberden 49 yıl sonra, kaynak [4] üzerinde, bir başka Deniz Kuvvetleri Komutanı tarafından ortaya konan ilginç(!) bâzı görüşler mevcut ki aslında bu yenisi hakkında da pek yorum yapmamak, çeşitli sebeplerle daha iyi olur. Yine de bu iki beyanda, aradaki yarım asra rağmen, (gerçek anlamda) söylenenlerin aslında aynı ve asırlık mekanizmanın işleyiş düzenine tamamen uyumlu olması da pek hayra alâmet değil gibidir.
Nihâyetinde bunların tamamı pek fuzûlî bir mesele öyle değil mi!
Eh,
"Selam verdim, rüşvet değildir deyû almadılar!"
demiş ya Fuzûlî.
|