Çakal Döt Ot
Cumartesi, 19 Temmuz 2025

"Bu halkın ruhunu, iz’anını boğmuş cehâletle,
Çakal doğmuştur aslandan, beşer şeklinde bir kitle."
Neyzen Tevfik 

15 yıldan uzun ama 20 yıldan da kısa bir süre önce, bu zaman aralığındaki bir günün akşamında, davetli olarak bir arkadaşın evindeydim. Karısı mutfakta akşam yemeğini hazırlarken ilkokul öğrencisi kızı da odayla, açık mutfak arasındaki yemek masasının üzerinde ödevlerini yapmaya hazırlanıyordu. Bana da dediler ki, şu kıza ödevini yaparken yardım ediver. Ben de bebekliğinden itibaren birlikte çok oyun oynadığımız, arada yelken de yaptığımız bu ufaklığın yanına oturdum ve takıldığı yerleri açıklamaya çalışarak ödevi yapmaya başladık..

Sonra sorular içinden öyle bir soru denk geldi ki hemen bir sosyal deney yapmak kaçınılmaz oluverdi. Bu arada konu fazla dağılmasın ama benzer bir başka sosyal deney hikâyesi için şu sayfadaki "giriş" arabaşlıklı bölüm de okunabilir...

Asıl konuya dönersek, bizim ufaklığın elindeki kağıttan okuduğu soru şöyle idi:

"Bir üçgenin iç açıları toplamı kaç derecedir?"
Şimdi siz de içinizden veya dışınızdan hemen buna doğru cevabı verdiniz öyle değil mi? Cevabınız bu noktada kayda geçmiş oldu, sonra itiraz etmek yok : p

Ben de çoçuğa şöyle bir cevap verdim:
"Aslında üçgenden üçgene değişir fakat bunu söylersen başın ağrır, seni kimsecikler anlamaz iyisi mi sen bu soruya şimdilik 180 de geç ama gerçeği de bil, yine de öğretmenine söylem..."
dememle birlikte, daha sözümü de bitiremeden, birkaç metre ötedeki annesi bunu duyunca oldukça bozulmuş şekilde atıldı ve;
"Aaaa, sen ne diyosun, üçgenin iç açıları toplamı hiç değişir mi"
falan diye başlayarak fırçayı kayıverdi, ben gülümserken ; ) Yine de bu geri zekalıya nasıl mühendis diplaması vermişler, hayret!" diye içinden geçirmiş midir emin değilim.

Tabii ki başkalarının ne düşündüğünün hiçbir önemi yoktu ama bir kez daha, bir sosyal deneyin yine beklendiği(!) gibi sonuçlanması karamsarlığı artıran küçücük etkisiyle pek de önemsiz değildi.

Diğer taraftan bu hikâyenin, yukarıda anlatılandan bir 15-20 yıl kadar öncesinde, başka bir ifâdeyle günümüzden 30-40yıl önce rastladığım, çok daha acıklı, şöyle bir ayağı daha vardı:

İki

Akşama doğru bir vakitte olsa gerek eve gelmişim ama muhtemelen yaz olmalı ki henüz ortalık tamamen aydınlık. Televizyon açık, akşam haberleri zırıldıyor ve o günlerde Türkiye'de galiba yalnızca iki TV kanalı mevcut. Doğal olarak haberlerle hiçbir işim yok, izlemiyorum ama sonuçta ses odaya yayılıyor. Buna rağmen duyduklarım bir anda dikkâtimi çekiverdi ve televizyonun karşısına geçip şaşkınlıkla bakmaya da başladım. Adamın biri, koltuklarda oturan çok sayıda kişiye bir konuşma yapıyor, o günün tabiri ile bütün mülki ve askeri erkan adeta orada gibi; başbakan ve/veya cumhurbaşkanı, generaller, bakanlar vs.

Anlattığı hikayeye göre: Bir Osmanlı medresesine büyük bir Fransız alim(!) gelmiş ve medresenin müderrislerine şöyle bir soru sormuş:

"Söyleyin bakalım, üçgenin iç açıları toplamı kaç derecedir?"
Onlar da demişler ki:
"Üçgenine göre değişir!"
Hemen akabinde, muz gibi gelen bu muhteşem(!) ortaya kafayı çakan ve hepsinin birer hendese dehası olduğu kolayca anlaşılan salondaki kendinden emin(!) zevattan yükselen uğultuyla karışık alaycı gülüşmeler ve anlatanın yüzünde zafer ifâdesi ile karışık bir sırıtma ve bir süre konuşmaya devam etmeden bekleyerek golün tadını çıkarma.

Salondakiler arasında İTÜ'nün meşhur mühendis(!) siyasetçileri falan da vardı bu arada ama bir kişide bile buna çüüüşşş diyecek cesaret yoktu. Öyle ya kahrolsun ve de rezil olsun bu gerizekalı cahil Türkler, di mi ama! Doğrusu böylesine bir öznefret Dünyanın çok az yerinde belki de yalnızca bu tropraklarda görülebilir, vay a.k.!!!

"Kendi yurdunda, evinde kaç asır kaldın garib,
Başına oldu musallat bin heyulâ-yı acib,
Medrese, tekke, mekâtib, hepsi de millet firib,
Aldığın kâfi sana Gazi-i Ekber'den nasib,
Kalma esrar-ı hüdaya bir zaman bîgâne Türk!
Neyzen Tevfik 

Yukarıdaki iki hikâyenin kökenine biraz daha inelim bâri.

Üç

Temel konuya döner ve bilmeyenler olabileceğini düşünerek ki şaşırtıcı şekilde Türkiye'de mühendislik eğitimi almış pek çoğunun bile bilmediği kolayca gözlemlenebildiğinden, gerçek cevabı verirsek:

Elbette ki üçgenin iç açıları toplamı üçgenden üçgene değişir.

Bunun konuşuluyor olması bile utanç vericidir ve zâten bu sebeple yaklaşık 25 yıldır bu yazıyı yazıp yazmama konusunda bir karar verememiştim, bugüne kadar. Eh, neremiz doğru ki diye düşünürsek, birazcık daha utancı kaldırabiliriz herhalde.

Bu mesele, insanlık tarafından en azından 2000 yıldır açıkça bilinen bir gerçekliktir ama yine de günümüz Türkiyesinde, yukarıdaki bilhassa ikinci örnekten de anlaşılabildiği üzere durum, beğenilmeyen 250 yıl öncesinden farklı olarak, pek de böyle değil gibidir! Tabii ki burada kimseyi bilmedikleri için suçluyor değilim, tek bir suçlu var: Devlet bürokrasisi. Bunu ve çok daha fazlasını bizi bu noktaya getiren pasparlak eğitim sistemimize borçluyuz. Bürokrasi ile işimiz ise daha birmedi...

Buna rağmen yukarıda anlatılan iki hikâye temelinde görülebilen ve etrafınızdaki insanlarla yapacağınız deneylerle de kolayca gözlemlenebilecek bu ayrıntı bize ne anlatıyor, önemli olan budur. Böylelikle ülkenin eğtim sisteminin çok uzun süredir ne kadar sıkıntılı olduğunu, ilkokulda başlayarak çocukların, basmakalıp fikirleri zorla dayatabilmek için ne seviyede ezildiğini anlatması açısından bu üçgen örneği tek başına iyi bir göstergedir. Açık bir "yanlışın" bile insanlara daha 8-9 yaşlarında böylesine etkin bir şekilde aşılanabilmiş olması çok şey anlatmıyor mu? Diğer aşılananları ve zavallı çocukların ve daha doğrusu bu değirmenden zorla geçirilerek öğütülen her birimizin acıklı hâlini bir düşünün. Ya da en iyisi düşünmeyin, kafayı yersiniz.

Dört

Şimdi biraz da yukarıda bahsi geçen meşhur çakma fransız alimine(!) gelelim. Bu adamın hikayesi aslında tek başına Osmanlı Devletinin çöküş hikayesinin temellerini anlatmaya yeterli olabilir. Dahası Türkiye Cumhuriyetinin sonunun nasıl geleceğini anlamakta gerekli ipuçlarını da barındırmaktadır.

İşin bu kısmını çok uzatmaya gerek yok, meselenin özü; birkaç yüzyıl önce başlayan ve o zamandan beri kesintisiz şekilde giderek güçlenen; Müslüman olarak tanımlanan milletlerin bâzı Batılı kâfir uluslar karşında hissetikleri eziklik ve aşağılık duygusundan ibârettir. Kütleyi büyük oranda ele geçirmiş bu his, hem toplumsal, hem de kişisel temeldeki bütün davranışları, düşünce kalıplarını ve tepkileri ve daha da fazlasını doğrudan etkilediği için çok sinsi ve son derece tehlikelidir. Düşmanın ihtiyaç duyduğunda tek yapması gereken bu açık yara üzerindeki uygun noktaya biraz daha bastırmaktır. Bu zaafı kullanan ingilizin (yani almanın) oyunu nasıl oynadığını şiirimsi üç satırda örneklersek:

Ümitsiz genç cama bakar lâkin,
Dondurmacı sevdiriverir melun Yezid'i hay aksi,
Aman sen şeytana uyma tut bi taksi.

Biraz arakla-getir oldu ama ne yapalım.

Beş

Batılılar, Osmanlı Devleti ile başlangıçta baş edemedilerse de, aptal da olmadıklarından Osmanlı sisteminin zaaflarını, uzun soluklu ve kapsamlı gözlemler yaptıktan sonra, anlamaya başladılar. Bu zaafların çeşitli boyutları söz konusu olmakla birlikte en etkili olanlar insan temelli durumlardı. Özellikle almanlar, ruslar, fransızlar ve ingilizler yapıya nüfuz ederek bu alanda çok başarılı oldular. Bu ülkelerden bazıları Osmanlı Devleti üzerinde özellikle macarları çok etkili şekilde kullandılar ki bunların en meşhurları: Müteferrika, bu yazıda bahsi geçen de Tott ve sonlara doğru Vambery olmuştur denilebilir.

Dedik ya bu ülkenin insanları kendilerine aşılanan basmakalıp fikirlere büyük bağlılık gösterir ve sahip olduğu fikrin hatalı olduğu açıkça ispatlansa bile kendini aynı hatayı savunmaya mecbur hisseder ve genellikle ölene kadar gerçekleri kabul etmemekte direnir ve bu davranış kalıbı bütün siyasetçilerin bayıldığı bir durumdur. Dolayısıyla mesela önceki paragrafta geçen ilk isim olan İbrahim Müteferrikanın gerçekte kim olduğu, asıl amacının ne olduğu, neler yaptığı günümüzde açıkça ispatlanmış olduğu halde, hiç kimsenin zerre umurunda olmaz. Çünkü ilk veya ortaokulda zihne çakılan Müteferrika algısı da aynı üçgen gibi artık yerine çok sağlam oturmuştur. Tabii ki burada konumuz Müteferrika değil, de Tott.

Bu hikâye bir macar subayı olan ve sonra François de Tott adını kullanan (gerçek adına rastlayamadım ama bu açıkça bir macar ismi değil, bâzı kaynaklara gerçek adı Ferenc Toth muş gibi görünüyor diğer taraftan bu fransız isminin macarcalaştırılmış hâline de benziyor, esas adı nedir?) kişinin, bir sebeple Osmanlı Devletine sığınması (veya sığınmış gibi yapması ile başlıyor) Ondan sonrasında ise Osmanlı bürokrasi içine yerleşik bir yapının özel koruması altında (kolay anlaşılabilmesi için muhtemelen o günün fetösü tarafından) danışman görünümünde Devlet mekanizmasına sızdırılmasıyla devam ediyor. Burada Fransa hizmetine girerek gerçekleştirdiği yıllar süren görevi ve elde ettiği başarılar sebebiyle kendisine Baron ünvanı bahşedilmesinden anlaşılacağı üzere aslında Osmanlı ordusunun en derinlerine sızarak Fransaya büyük bir istihbarat akışı sağlamasıyla çok başarılı olmuş(!) Osmanlı Devletini Fransanın çıkarları doğrultusunda olabildiğince başarıyla yönlendirebilmiş, ayrıca Fransız iktisadi çıkarlarının korunmasını için de çalışmış bir casustur. Aslına bakılırsa kendinden önce aynı görevi yapan Claude-Aleksandre Comte de Bonneval'in devamıdır.

Yeri gelmişken bir iki cümle ile bahsetmek gerekirse; Bonneval diğer adıyla Humbaracı Ahmet Paşa, Osmanlı Devleti üzerinde, de Tott'a nazaran Fransa adına çok daha etkin bir görev yapmıştır çünkü Müslüman olduğunu iddia etmiştir ve böyle bir durumda akan sular hemen durmuş, bütün kapılar ardına kadar açılıvermiştir! İşte biraz yukarıda bahsi geçen eziklik hissi yine buradaki itici unsur, başka bir ifâdeyle en etkili silahtır. Daha sonraki yüzyıllarda mesela Lawrance, Bell gibi meşhur mahlûkların başarısının sırrı da tam olarak aynı yerde yatmaktadır. Bunlardan biri hatıralarında şöyle diyor; "büründüğüm kişiliğe öylesine iyi uyum sağlamıştım ki çöldeki çadırımda tek başımayken bile geceleri kalkıp teheccüt namazı kılıyordum." Casus Bonneval hakkındaki gerçeklerin bir kısmını öğrenmek isteyen şu kitabı okumalı, böyle iyiyim şimdi kafamı karıştırma diyen okumamalı. 18. Yüzyılda fransızların açtığı kapıdan 19. Yüzyılda ingilizler de girdi ve onlardan sonraki döngüyü ise günümüzde amerikanyalılar devraldı, örneğin:

Konu konuyu açıyor ve çatallanıyor ama yukarıdaki son cümleleri yazarken tam da bu konuyla ilgili bir başka küçük hatıra aklıma düştü. Salgından kabaca bir yıl kadar önceydi. Kanaat Lokantasını önünden geçip, Mihrimah Sultan Camii yönündeki araç geçmeyen dar sokağa girmek üzereydim ve hızla iskeleye doğru yürüyordum. 10 metre kadar ileride tam tesettürlü, ellerinde 99'luk tespihlerle üç kadın yürüyor ve geçtikleri bölgelerde herkes dönüp onlara bakıyor. Biraz daha arayı kapatınca neden böyle bir tepki olduğunu anlıyorum çünkü kendi aralarında ağdalı bir amerikanca ile ve çevredekilerin dikkatini çekecek kadar yüksek sesle, neredeyse bağırarak ve "hey bize bakın" der gibi kesintisiz konuşup duruyorlar. Oldukça acayip bir manzara ama henüz kıçta olduğumdan esas acayipliği görmemiştim. Yanlarından geçerken mecburen dönüp suretlerine de bir bakıyorum, birbirleriyle aynı boyda, aynı kiloda ve aynı güzellikte üç adet 20'lerin başlarınca kız ve harbiden üçü de sıradışı güzellikteler. Hani biri bile biraz şişman, bir Meksika kökenli ya da zenci, veya biraz vasat güzellikte olsa neyse ama manzara öylesine absürd ki işte böyle bir durumda, özel olarak seçilmiş oldukları açık olan hepsinin Utah civarından üç Mormon olduğu tahmin edilebiliyor. Neden mi Mormon? Asıl soru şu: Acaba günümüzde Dünya üzerinde bunların sızamayacağı ve yönlendiremeyeceği bir tarikat kalmış mıdır? O yıl Üsküdar sokakları gerçekten çok garipti, mesela birbiriyle ingiliz asilzadesi şivesiyle konuşarak yanınızdan geçen 2-3 kişilik şalvarlı cüppeli ve Batılı suretli - vahabi görünümlü gruplarla karşılaşmak olağandı, herhalde olağan olmayan dönen dümenlerdi. Yeni Lawrance'lar ve yeni Bell'ler...

Altı

Tekrar bizim üçgen uzmanı fransıza dönelim. Bu herifin başarıları(!) yukarıdakilerle sınırlı da değildir. Fransa'ya dönüşünde yayınlattığı "Memories sur les Turcs et les Tatares" adlı kitabı uzun yıllar Avrupanın en okunan kitaplarından oldu ve böylelikle Türklere yönelik nefretin körüklenmesinde ciddi bir katkı da sağladı velhâsıl de Tott toplum mühendisliği alanında da etkinlik gösterdi. Belki de bu sebeple Türkiye'de kimi çevrelerce hâlâ çok sevilmektedir!

Örneğin İTÜ hâlâ ve ne yazık ki bu adamı kendi kurucuları olarak görmektedir ki bu açıkça yanlış ve utanç vericidir. Alenen "ilk mektep seviyesinde" bilgisi olduğu açık olan sıradan ama küstah bir macar-fransız topçu subayına, üstelik Türk düşmanı ve bu Devletin aleyhine çalışan bir casus olmasına da rağmen, böylesine bir pâyenin veriliyor olması da ancak bu topraklarda mümkün olabilirdi. Tıpkı günümüz Araplarının hâla Lawvrance ve Bell'e hayran olması gibi...

O zaman bu noktada önce İTÜ'nün gerçekte neden, nasıl ve kim tarafından kurulduğu konusunu ele almak gerekir, başlayalım:

Yedi

5-6 Temmuz 1770 tarihinde Osmanlı Donanması ile İngiliz komutasındaki Rus Donanması arasında yaşaşan savaşta Osmanlı Donanması yok edildi ki asında bu bir savaş demek yanlış olur zira Osmanlı Donanması Limana kaçtı ve orada yakıldı. İngilizler tarafından Baltık Denizinden alınarak İsveç ve Danimarklanın destekleriyle Rus Donanması Akdenize sokulduğunda, Garp Ocakları tarafından fark edilince Cezayir'den gönderilen ulak gemisi hızla İstanbula ulaşıp gerekli istihbaratı verdi. Buna rağmen iç çekişmeler ve ihanet çemberi vasıtasıyla konu sulandırılarak adeta örtbas edildi ve yaklaşmakta olan düşmana ve kesin savaşa karşı hiçbir önlem alınmadı.

Çakma Kaptan-ı Derya Hüsamettin Paşa'nın ise denizde savaşmaya hiç niyeti bile yoktu. Osmanlı Devleti aslında bu savaşta düşmana değil kendi bürokrasisine, daha doğrusu büroksasisi içine çöreklenmiş ihanet şebekesine yenildi ve bu ne ilk, ne de sondu...

1757'de tahta çıkan III.Mustafa bu olay esnasında 13. görev yılında ve 52 yaşında bir Padişahtı. Diğer taraftan nasıl berbat şartlar altında padişahlık yapmaya çalıştığını kendinden dinleyebiliriz:

Yıkılupdur bu cihân sanma ki bizde düzele,
Devleti çarh-ı denî virdi ḳamu mübtezele
Şimdi ebvâb-ı saâdetde gezen hep ḫazele
İşimüz ḳaldı hemân merhamet-i Lemyezel'e
Cihangir (Padişah 3. Mustafa)

Padişahı görevi devraltıktan sonraki ilk iki sene içinde yazdığı, içeriden teslim alınmış Devleti hakkındaki bu çaresizlik dolu dizeleri günümüz diliyle açıklamak gerekirse:

Bu dünya yıkılmaktadır, bizim zamanımızda düzeleceğini zannetme,
Alçak felek de devleti büsbütün aşağılık kimselerin eline verdi,
Şimdilerde devlette bulunanlar bozguncu ve soysuz kişiler,
Artık işimiz Allah’ın merhametine kaldı.

Rus Donanması Çeşme'den sonra Kuzeye yöneldi ve Boğazın hakimiyetini sağlayacak kalıcı bir Rus üssü kurma hedefiyle Limni Adasına çıkarma yaptı ve kaleyi kuşattı. Limni Adasının, Bozcaada veya Gökçeada gibi daha yakın ve stratejik adalara tercih edilmesinin sebebi Türklerin buraya yardım getirmesinin daha zor olmasıydı çünkü artık oraya yardıma gidecek bir Osmanlı Donanması mevcut değildi. Bu şartlar altında durum tamamen ümitsiz görünüyordu.

Bu yazı bol şiirli oldu ama dahasını da kaldırır; şöyle demişti Mehmet Akif (Allah ondan râzı olsun) bütün zamanları kapsayan şiirinde:

Âtîyi karanlık görerek azmi bırakmak...
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.
Dünyâda inanmam, hani, görsem de gözümle:
Îmânı olan kimse gebermez bu ölümle.

Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş...
Sesler de: "Vatan tehlikedeymiş... Batıyormuş!"
Lâkin, hani, milyonları örten şu yığından,
Tek kol da "«Yapışsam..." demiyor bir tarafından!

İşte o gün de yine çıktı bir adam, tuttu her tarafından, ama ne tutuş! 6 Temmuzdaki Çeşme faciasından bir gün önce komuta ettiği gemisi ile düşmana dalan ve Rus komutanın gemisine hücum ederek batıran Hasan Reis kendi gemisi de bu çatışmada batınca, ciddi şekilde yaralanmış olarak yüzüp kıyıya çıkmayı başardı. Yaralı olsa bile sahadan çekilecek bir kişiliği olmayan bu çılgın Deniz Aslanı hastaneye gitmek yerine hemen Kaptan-ı Deryanın yanına koştuysa da savaş için açık denize çıkmaya kimseyi ikna edemedi ve Donanma oracıkta kül oldu, pek çok şehitle birlikte.

Ama böyle bir adam yüzyılda bir ya gelir, ya gelmez. Birkaç gün sonra Limni haberi gelince hemen Kuzeye çıktı ki hâlâ yaralıydı, gönüllüler, serdengeçtiler buldu, elde Donanma kalmadığından etrafta kayık mayık ne varsa toparladı ve hiç kimsenin beklemediği bir şekilde bu imkânsızlıklarla Limniye çıkarma yaptı ve gidip kaleyi kuşatmış kendilerinden sayıca fazla ve donanımlı durumdaki Rus-İngiliz kuvvetlerini öyle bir dağıttı ki kaçıp gittiler bir daha geri de dönemediler. Allah ondan ve yanından gelen bütün gönüllülerden razı olsun.

Bu acayip ötesi gelişme; hem kendini tıpkı 3. Mustafa gibi çaresiz hisseden halkı, hem de Devleti yıkmak için içeriden çalışanları şaşkınlık içinde bıraktı. İhanet şebekesi bu olay karşısında bir süreliğine de olsa suskunlaşmak zorunda kaldı. Bütün dikkâtleri üzerine çekmiş durum olan Hasan Reis, Paşa oldu ve kendisine Gazi ünvanı da verildi. Akabinde de aynı yıl Kaptan-ı Deryalığa getirildi. Kendinden önceki son gerçek Kaptan-ı Derya Mezamorta Hüseyin Paşa'dan yaklaşık 75(!) yıl sonra Osmanlı Donanmasının "gerçek" Kaptan-ı Deryalarının sonuncusu böylece görevine başlamış oldu. Ama bürokrasi Mezamorta'ya yaptıklarını yakında ona da yapmaya başlayacaktı...

Sekiz

Padişah 3. Mustafa, kaptan-ı derya olduktan sonra Gazi Hasan Paşa'ya Çeşme Faciasının nedenlerini ve bir daha aynı durumla karşılaşmamak için neler yapılması gerektiğini sordu. O da cevaben; gemi mürettebatlarının hem bilgi olarak, hem de tecrübe olarak yeteriz olduğunu, donanmanın kullandığı gemilerin hem tasarım, hem de inşa kalitesi olarak güncel seviyeden çok geride olduğunu, özet olarak düşmanlar ile aramızda büyük bir teknik seviye farkının bulunduğunu belirtti. Görüldüğü üzere Gâzi Hasan Paşa her şeyin tam olarak farkındaydı çünkü sahte kaptan-ı deryalardan farklı olarak, öncelikle gerçek bir denizciydi.

Padişahın çözüm için ne yapmak gerek sorusuna karşılık olarak da; güncel seviyede teknik eğitim verecek bir deniz eğitim kurumu kurulması gerektiği şekilinde görüş beyan etti ve bu görüşü olduğu gibi kabûl edildi. Artık padişahın güvenine sahipti.

Nihayetinde 3 yıl içinde tamamlanabilen çalışmalar sonucunda, 1773'de (her ne kadar bu tarih biraz tartışmalı olsa da) atılan adımlar sonuç vermeye başladı ve Mühendishane-i Bahri Hümayun yani Devlet Deniz Mühendishanesi dolayısıyla İTÜ kurulmuş oldu! Bu sebeple de günümüzdeki adı ile İTÜ Gemi İnşaatı ve Deniz Bilimleri fakültesi Türkiyenin ilk üniversitesidir. Aslında günümüz İTÜ'sünün çok daha denizci bir yapıda olması gerekirdi ama bu topraklarda her şey unutulduğu gibi kökler de hemen unutuluverir.

Sözün özü İstanbul Teknik Üniversitesinin "tek bir kurucusu" vardır: Cezayirli Palabıyık Gazi Hasan Paşa, Allah ondan râzı olsun.

Peki bu de Tott olayı nereden geliyor? O zamanın içerideki ihanet çetesi böyle bir okul kurulacağı haberini alınca hem konuyla ilgili her veriye kolayca sahip olabilmek ve gerekli bütün istihbaratı rahatça sağlayabilmek, hem de gidişata istendiği şekilde müdahale edebilmek için casus de Tott'u sisteme dahil etmeye çalışmıştır, tıpkı 1946'dan bu yana Türkiyenin Milli Eğitimini yöneten amerikalı istihbaratçılar gibi, aslında değişen bir şey de yok.

Çapsız cahil de Tott da yazının başındaki hikâyede anlatıldığı şekilde Mühendishane Bahr-i Hümayun'un müderrislerini aklı sıra imtihan edip sözde rezil etmiştir.

Ayrıca konuyla ilgili pek çok kaynakta tekrarlanagelen saçmalıklardan birine göre ise Gazi Hasan Paşa sözde büyük alim(!) de Tott'dan bu okulu kurmasını istemişmiş de o da kırmayıp kurmuşmuş. At yalanı ...

Gerçeğini söylemek gerekirse; de Tott, Gazi Hasan Paşa'dan nefret etmekteydi ve ayağını kaydırmak için elinden geleni yapıyordu. Neden mi? Hasan Paşa'nın nasıl biri olduğunu yukarıda anlattık ya, yetmez mi! 3. Mustafa'nın tam güvenine sahip olsa da kuruluştan yalnızca 1 sene sonra 1774'de padişah ölünce durum hızla değişti ve de Tott çetesi bu fırsatı değerlendirerek Gazi Hasan Paşa'yı kaptan-ı deryalıktan azlettirmeyi başardı. Ama en azından artık ok yaydan çıkmıştı...

Dokuz

Ve Mühendishane-i Bahr-i Hümâyun'un, başka bir ifâdeyle bir müthiş Deniz Aslanının açtığı bu güzel yol, başka gelişmeleri de tetikleyiverdi. Yirmi sene kadar sonra Mühendishane-i Berr-i Hümayunu yani devlet kara mühendishanesini de doğurdu. Mesela bu ikincisinde bir çocuk mezun oldu sonrasında neler yaptığını şaşırtıcı olmayan şekilde bu topraklarda tamamen unutuluverdi ama neyse ki unutmadı gâvur! Gelgelelim bir alman tarafından yazılmış acayip bir makaleye nasıl olduysa denk geldiğimde hayretler içinde kalmıştım. Konuyu merak eden söz konusu makalenin başığını arayarak bulabilir: "Hüseyi̇n Tevfi̇k Pasha - the Inventor of Linear Algebra". İyi de bizim bundan niye haberimiz yok! Ne yani üçgenin ne olduğunu bilmeyen cahiller 150 yıl önce doğrusal cebiri mi icad etmiş? Bu durum bizim basmakalıp fikirlerimize çok ters, yer miyiz, yemeyiz! Ha bu arada kendinden sonraki dönemlerden bâzı Türk matematikçiler ne yapmış; bu çalışmalara bok atmış. Hah tamam şimdi oldu, haddimiz bilelim ve Türkiyede yaşadığımızı unutmayalım!

Basmakalıp fikirler, aşılanmış yalanlar ve farkına bile varmadan bunlara iman edercesine bağlananlar en kolay meseleleri bile içinden çıkılmaz hâle getirdiği gibi pek çok kişi için de hayatı bitmeyen bir işkenceye dönüştürüyor. Örneğin böyle şartlar altında bu topraklarda bilim yapmak isteyen bir çocuğun ömrü boyunca başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmiyor.

Verelim o zaman kanlı canlı bir örnek buradan. Cumhuriyet tarihinin en önde gelen fizikçilerinden Feza Gürsey olsun hikâyenin kahramanlarından. Bilmem hiç duydunuz mu adını. Yapalım [1] den kısa bir alıntıyı. Merak eden öğrensin kalanını:

1968 yılında Yale Üniversitesi, ... Feza Bey'e profesörlük teklif etti ve ODTÜ’deki görevine devam etmesini de kabul etti. Böylece Yale ve ODTÜ arasında öğrencileri ile birlikte yıllık gidiş gelişler başladı.

1974 yılında ODTÜ Rektörü Prof. Tarık Somer tarafından “Türkiye'nin seviyesine ve ihtiyaçlarına uygun olmayan üst düzeyde araştırma yaparak zararlı örnek olmak ve sık sık ücretsiz izinli olarak dışarıdaki bilim merkezlerinde çalışmak ve bu bilimsel alış verişe öğrencilerini de katmak” nedeni ile istifaya davet edildi. Etmeyince izni kaldırıldı ve böylece Yale Universitesi'ne gitmek zorunda bırakıldı.

Şu yukarıda yazılan son cümleler bana hemen birini daha hatırlattı: Selam olsun MCÖ'ye! Gördüğün gibi bu işler hep böyle. Pek takma kafaya çünkü hep böyle kalacak ve dediği gibi Köroğlu'nun; yiğit onbeş yerden yaralanmalı! O zaman sıradaki türkü, bazılarını tanıdığım, çoğunu tanımasam da orada olduklarını bildiğim, bu eziyeti çekenlere ve gelecekte çekmeye gönüllü olacaklara gelsin:

Rektörü asıl kudurtan, eski kuyruğunun kökündeki geçmeyen yoğun sızlamanın kaynağı ise muhtemelen 1968'de TÜBİTAK'ın veridği ödül töreninde Feza Gürsey'in yaptığı son derece etkileyici konuşma (ki onu da buraya koyamazdık) ve oradaki sözlerini tamamladığı bu acayip dörtlükte gizli olsa gerektir:

Muhyiddinem, dervişem,
Hak yoluna girmişem,
Onsekiz bin alemi,
Bir zerrede görmüşem.

Böylece bitsin artık bu saçma yazı, zâten attım yarısını dışarı...

Sıdk ile askerliğin kâfi rızâullah için,
Üzme artık kendini bir şeyh için, dergâh için,
Eğme başın sûret-i İblis'e eyvallah için,
Çektiğin çile yekûnen bil ki, illallah için,
Kanma âyin-i ceme, irşada, bir meydana Türk!,
Neyzen Tevfik 

Yaftalar:

♦ Kaynaklar

1. https://www.fizikciler.info/index.php/13-fizikciler/100-prof-dr-dr-h-c-feza-guersey-1921-1992
 
Telif Hakkı © 1997-2025 [uskudar.biz]
- sürüm 6.0.0 - Bütün Hakları Saklıdır.
Kullanım şartları için tıklayın!