Türkçe yazınca durumun vahâmeti pek anlaşılmadığı(!) için bu kez Lehçe deneyeyim dedim ; ) Geçenlerde ele alınan mevzuya sıcağı sıcağına devam edelim bâri. Daha geniş çerçeveli bir değerlendirme yapmadan önce ise mevcut projenin en rahatsız edici ikinci tarafına bir göz atalım, birincisi ise mâlûm...
Hiç olmazsa bu kez kısa kesmeli. Konu ise Türk Tipi Hücumbot olarak önümüze gelen şeyin inşa malzemesi tercihinden ibâret olacak.
" Gel deniz yüzlerini kâfire teng eyleyelüm
Sayha-i tûb ile dem-beste vü deng eyleyelüm
Allâh Allâh deyü gülbang ile ceng eyleyelüm
Gel donanmaya gidüb azm-i Fireng eyleyelüm " Yetîm
Gemi, daha dar bir çerçeveye indirgemek gerekirse, savaş gemisi tasarımı zaman değişkenine bağlı şekilde, tarih rotası üzerinde sürekli bir ilerleme hâlindedir. Denklemin diğer değişkenleri olarak; askerî, siyâsî, iktisâdî, içtimâî bileşenler ise söz konusu ilerlemenin yönünü ve hızını doğrudan belirleyen temel unsurlardır. Denizler üzerindeki askerî gücün niteliği, küresel etki açısından ilk sırada gelen öge olduğu için Dünya Düzeni üzerinde doğrudan belirleyicidir.
Eskilerin; Denizlere hâkim olan Dünyaya hâkim olur, şeklinde özetlediği bu düstur geçmişte olduğu gibi gelecekte de geçerliliğini sürdürmeye devam edecektir. Tam bu noktada ikili bir bir durum da söz konusudur; ya bir, ya sıfır!
1999'un sıcak bir gününde, üç kişi bir kez daha arabaya atlayıp Bodrum'dan Marmaris'e yollandık. Yalancıboğaz yakınlarındaki bir iskelede bizi beklemekte olan teknelerde geceledikten sonra sabah erkenden kayıkları çözdük. Bu saatlerde Marmaris Körfezi'nin sergilemekten hiç çekinmediği, olağan ama muhteşem dinginliği içinde Kuzey yönlü bir seyir daha başlamış oldu.
Serdar ve ben kayıkların birini, Ali de kim olduğunu hatırlamadığım bir arkadaşla birlikte diğerini aldı. Boğazdan çıkar çıkmaz motorları susturduk ve yelkenleri açtık. Her zamanki gibi kafadan gelen ; ) ama bu bulutsuz günde bizi kavurmaya başlayan güneşin etkisini hissetmememizi de sağlayan, tatlı bir fırışka ile biribirimizle de yarışarak, orsa tıramola Serçe Limanı civârına ulaşıverdik.
Ama daha Bozukkale'ye gelemeden, ufukta Kuzeyli rüzgârın değişmekte olduğunun ciddi işaretlerini görmeye başlayınca hemen ana yelkeni indirdik, henüz floğu saramadan sert bir hava duvarı kaçınılmaz olarak bize çarptı ve artık keyif yeni bir boyut kazanıyordu ; )
Bahriye Tarihi araştırmacısı Yarbay Saffet Bey (1869-1913) tarafından Divân-ı Hümayûn kayıtlarından çıkartılarak önce Ceride-i Bahriye'de yazı dizisi olarak yayınlanan ve sonra 1911'de Deniz Basımevi'nde kitap olarak basılan "Mezemorta Hüseyin Paşa" adlı önemli eserin 1994'de günümüz Türkçesine aktarılarak Deniz Kuvvetleri Komutanlığı tarafından yayınlanan baskısından şimdi biraz bahsedilecek.
Mezemorta Hüseyin Paşa'nın Kapudan-ı Derya olmadan önceki hayatına dair pek bilgi yoktur. Sâdece Cezayir'de doğduğu, korsan olarak ün yaptığı, 1683'te artan gücünden çekinen Cezayir Dayısı Baba Hasan tarafından Fransızlara rehin olarak verildiği, bir süre sonra Cezayir'e dönerek Baba Hasan'ı öldürüp ; ) Cezayir Dayısı olduğu ve 1684'te Cezayir Beylerbeyliği'ne atandığı bilinmektedir.
Mezemorta lâkabı (italyanca kökenli olarak) yarı-ölü anlamındadır ve İtalyanlarla (Venedikliler) yapılan bir deniz savaşında çok sayıda ağır yara alıp yere düştüğünde, öldüğü düşünüldüğü hâlde sonraki zaman diliminde hayatta kaldığının anlaşılması sebebiyledir.
1686 Mora Seferinde Osmanlı Donanmasına Cezayir Garp Ocakları'ndan gemi göndermek suretiyle yardımcı olan Mezemorta Hüseyin Paşa daha sonra iki kez Kapudan-ı Deryalığa atanmış ve çok büyük başarılar göstermiştir.
Mezemorta Hacı Hüseyin Paşa, Kemal Reis ile başlayan, Burak, Muhiddin, Baba Oruç, Hızır ve Turgutça gibi müthiş denizcilerle zirveye çıkan ve son yaşayan efsane; Koca Murat Reis'in şehâdetiyle ile nihâyete eren bir aralık ile tanımlanabilecek olan Donanmanın altın devrinden uzun zaman sonra, çok sıkıntılı dönemlerde sahne alan iki müthiş denizci şahşiyetten biridir ki diğeri de tahmin edilebileceği üzere İstanbul Teknik Üniversitesinin kurucusu olan Cezayirli Palabıyık Gazi Hasan Paşa'dır. Bu arada yeri gelmişken; her ikisinin ismini (kıytırık okul gemilerine falan değil) geleceğin ön hat savaş gemilerine vermek kesinlikle boynumuzun borcudur...
O zaman gerisi için sözü, Hüseyin Paşa'nın bilinebilen hikâyesini ölümünden doğumuna doğru, yani tersten yazmayı tercih eden Saffet Bey'e bırakarak [sarı] devam edelim:
"Ocağımızın ulularından, ön safa geçmişlerinden biri, milletimizin en büyük adamları sayısında olan bu koca rahmetli Kaptanın, o parlak geçen ömründen ancak son altı yedi yıl ile, öldüğü gün ve yılı biliyoruz. Nerede öldüğünü bile bilmiyoruz."
"Herkes gibi benim de bu zatı tanıyışım pek eksik ve yanlış idi. Değerini layıkıyla bilmiyordum. Eski kağıtlar arasında rast geldiğim bazı ipuçları koca Gaziye karşı gönlümde sevgiyi, kafamda merakı artırdı. Her yana koştum, bakındım. Çok şeylerde olduğu gibi bunda da bahriye işlerini atlayıp geçmişler. Bu bahriyelinin gördüğü hizmetleri başkalarına mal etmişler, hakkını yemişler."
"İkinci Uzun Piyale Paşa'nın 4 Muharrem 1054 (13 Mart 1644) bir iki altın gümüş fincan veya sahan için Cinci Hoca fiti ile boğdurulduktan sonra, elli küsûr yıl Kaptan Paşa divân odası eşiğinde, Kaptan Baştardasının lumbarağzından içeri adam denilebilecek, çekirdekten yetişmiş bir ocak ustası, işte yuvarlanmış bilgili bir adam ayak atmadı."
"Osmanlı Bahriyesi, çoluk çocuğu ile beraber bir ordu olan (Kaya) Türkleri'ni o köklenen ağacının bir filizi iken 950 (1543) yılı sıralarında (Barbaros) bunu besleyerek ayırmış, ayrıca dikmiş, Mağrib'e, Hind'e gölge salan yüksek bir ağaç şekline koymuş, Türklerin Osmanlıların sol kollarında taşıdıkları kalkan yerine yeni bir silah yapmıştı."
"Devlet ile millet, iki kollu, iki kolu da silahlı bir bahadır oldu. Düşmanları bir kat daha korkmaya başladı. Söylediğimiz gün ve yıldan sonra bu ağaç kurutuldu."
"Derya Kalemi'nin geliri saray ve ordu yetiştirmeleri için arpalık ... oldu."
"Sonunda tutulan bu yolun çıkmaz olduğu anlaşıldı. Bıçak da milletin kemiğine dayandı. Bu işe bir er aranmaya başladı."
"Hükümetin kepaze olduğu, her işin sarpa sardığı bir yılda bu adamcağızı iş ebaşına getirdiler."
"Artık yol parası, filikası, peşinde çıplakları ile cakası büyük post heveslileri kalmadı. İş, erine bırakıldı."
"Açıkta kalanlar iş başına sürüldü. Her güçlüğü, her sorgusu ile beraber işi Mezemorta'nın başına sardılar. Elli yıllık molozu önüne döktüler. Ayıkla, temizle dediler."
"O günlere kadar donanma nedir, gemi kimlerin eline verilmelidir anlamayanlara işin gerçek yüzünü gösterdi."
"MEZEMORTA (1113 Saferinin 13. günü / 20 Temmuz 1701 Cuma) Sakız'da Rahmet Denizine Daldı."
"Niçin, nerede ve nasıl geziyorlarsa, Donanmamız Akdeniz'de dolaşırken Venedikliler 1 Safer Sene 1106 (21 Eylül 1694) de Sakız'a yapışıp, biraz uğraşarak ele geçirdiler. Ortalık biraz daha karıştı. Padişahtan en fakir halka kadar herkes köpürdü. Keseler açıldı. Tersane'ye emirler yağdı. Hemen onsekizer oturaklı 100 firkata tezgâhlara kondu. Meclisler toplandı, kıyametler koptu."
"Kapdan Paşa'ya hüküm ki;"
"Sen ki vezirimsin, Zilhicce'nin birinci günü (13 Temmuz Çarşamba) Midilli adasında Ocak gemileriyle birleşerek Foça'ya doğru hareket edip düşman gemilerinin Anre'ye geldikleri haberinin yayılması üzerine, inşallah cihad merkezi olan Garp Cezayiri ve diğer kalyonları olan Gaziler ile buluşup gönül birliği ile orada toplanarak, Sakız adası merkez olmak üzere orada harp vaziyeti yoklanıp Allah'a tevekkül ederek cehennemlik melunların üzerine gidilmeye karar verilerek hareket edilmiştir. Ancak bu hususun en başta gelen işlerden olduğu kararında birleşildi diye mektup göndermişsin.
."
"Senin, denizcilikteki şuurlu ve bilgili iyi tedbirlerin ve ile görüşün hususunda bütün vezirlerim iyi şahadette birleşmeleriyle sana vezirlik ve kaidanlık (başkomutanlık) verildi. Gerek donanma çekdirileri ve gerekse kalyonların durumları, bütün Akdeniz adaları ve sahillerinin korunma işleri senin hizmetine terk edilmiştir."
"Bütün ihtiyaçlarını kendin görerek nizam ve intizamı sen tertib ettin. Senin emrinde toplanıp aranızda hiç bir fikir ayrılığı olmadığından başka cihad merkezi olan Cezayir-i Garb ocaklarından on parça kalyon, Trablus ocağından üç kalyon, Tunus ocağından üç kalyon ve iki ateş gemisi ki toplam olarak onsekiz ocak gemisi gelmiştir."
"Bilhassa içinizde denizden anlamayan kimse yoktur."
"Bilhassa Halife olan ben, devlet ve ikbal ile Allah'a tevekül edip Macar kâfirleri üzerine hareket ederek zafer serhaddine yaklaşmış bulunuyoruz. İnşallah bundan sonra başka taraflardaki işlerle uğraşarak zihnimi bölmüş olmam."
"Sizden de, her şekilde anlaşarak çalışma beklerim. Göreyim sizi, din uğrunda can ve başa bakmayıp her şekilde mertçe ve akıllıca tedbirlerle gayret ve kudret gösteresiz."
"Evâsıt-ı Zilhicce Sene 1106 (1695 - Temmuz)"
"Belki şu söylenen sözler fazla görülür. Fakat masadımız şudur:
Böyle berbad günlerde milletin yüzünü güldürmüş, göğsünü kabartmış, tarihimizde büyük şeref bırakmış, bu canlı zafer sahiplerinin makamları cennet olsun. Bu işler sadece bir Mezemorta (Hüzeyin Paşa) ile Mısırlıoğlu (İbrahim Paşa) rahmetlilerinin kerametleri ile oldu dersek pek doğru söylemiş oluruz. Millet bu iki kahraman evladını iyice tanıyamıyor."
"İbrahim Paşa hem karada, hem denizde döğüşür bir bahadır idi. Mezemorta ise, ölümün tadını tatmış, ismi gibi ölmüş, dirilmiş, o çentik çentik olmuş gövdenin üstündeki kafa dik, gözler keskin kamış, soğuk kanlı, demir yüreği değme şeyle çarpmaz bir yiğit idi."
"İyi dost, kıyak yiğit dar günde, sıkışık yerde görünür derler. "
"Çok vatanını sever yiğitler geldi geçti. Ama, böyle bezmeyenleri, bıkmayanları, yılmayanları pek çok değildir."
İkinci Viyana Kuşatmasının başarısızlıkla sonuçlanmasıyla birlikte hemen hareket geçen İtalyanlar, Doğu Akdeniz'e hâkim olabilmek hedefiyle Osmanlı Devletine karşı uzun süreli bir deniz savaşları dönemine daha girdi ki Batılılar bu çatışmalar silsilesini altıncı Osmanlı-Venedik Savaşları olarak adlandırmaktadır.
Türk Devleti ancak Donanması kadar güçlüdür! Önceki Türk Devletinin yükselişi ve çöküşü ile Deniz Gücünün nitelikleri arasında doğrudan bir ilişki olması tabii ki rastlantı değildir.
Donanmanın tatlı bir arpalığa dönüşmüş olduğu bu dönemde Osmanlı Devletinin ne kadar zor bir durumda kaldığını, Mezemorta'nın hem dış, hem de iç cephede nasıl bir mücadele sergilediğini, çok sayıda Padişah fermanına [yeşil] dayalı olarak anlatan bu kitap aslında yazarının umduğu ve beklediği üzere kendinden sonrakilerin konuyu daha derinlemesine inceleyerek ilerletmesini, ne yazık ki bugüne kadar sağlayabilmiş değildir! Diğer taraftan, içinde bugünü anlamamızı ve yarını kestirebilmemize yardımcı olacak çok değerli ayrıntıları barındırdığı için Türk Denizciliğine ilgi duyan herkes tarafından okunmalıdır vesselam.
Gemi tahrik sistemleri, donanma teknolojileri açısından son derece hassas bileşenlerdir, değerleri ve öncelikleri silah sistemlerinden de elektroniklerden de çok daha yüksektir. Bu sebeple bağımsız ve güçlü bir donanma teşkil edebilmek ancak bu alanda gerçek bir yeterliliğe sahip olmakla söz konusu olabilir ve bu şart sağlanamadıktan sonra gerisi ancak kuru bir hikâyeden ibâret kalır.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye'deki motor hikâyelerinin neden daima çok acayip bir seyir izlediği de dolaylı yoldan ama kolayca anlaşılabilir. Geçmişin yeterli miktarda ibretlik numune barındırıyor olması bir yana, bunlardan ibret almak konusunda ciddi bir sıkıntı içinde olduğumuzdan dolayı, yakın gelecekte neler olacağı da hâlâ bulanıktır fakat aynı zamanda önümüzdeki birkaç yıl içinde görüntü tamamen berraklaşacak gibidir.
Ortaya çıkacak durumun; gerçek anlamda bağımsız bir Türkiye için vazgeçilmez bir ihtiyaç olan Milli Türk Donanmasının, yaklaşık iki asır sonra yeniden doğuşunu mu sağlayacağı, yoksa köklü düzenin eskisi gibi devam mı edeceği şeklinde sonuçlanacağını tam olarak kestirebilmek bugün için mümkün görünmüyor, her ne kadar karamsar taraf şimdilik oldukça ağır basıyor olsa bile, çıkmadık candan umut kesilmez...
Avustralya'nın gelecek nesil denizaltı çalışmasında, çeşitli açılardan ilginç gelişmeler olmaya devam edegeldiği için konu şimdi bir kez daha ele alınabilir. Sürekli ziyaretçilerin farkında olduğu üzere, bu mevzu önceki yıllarda da defalarca klavye tuşlarının ömrünün biraz daha kısalmasına vesile olmuştu.
Şubat 2016 itibârı ile Fransa'nın defterinin dürüldüğü ve artık şansının kalmadığını [1] ele almış ; ) ve yalnızca üç ay sonra ise bu kez Fransa'nın bu ihaleyi, hiç de beklenmedik bir şekilde kazanmasıyla [2] karşılaşmıştık! Üzerinden oldukça zaman geçtiği için bu yazıları bir zihnî tazeleme için tekrar okumak yine de faydalı olabilir. Gelgelelim kabaca beş sene sonra Avustralya hükümeti ihâleyi iptâl ettiğini [3] açıklayıverince bu kayık tekrar olağan rotasına girmiş oldu.
Bugün bir arkadaşım aşağıdaki kısa vidyoyu gönderdi; "çüşşşşş denir buna" başlığıyla. Sahipsiz bir millet olmanın, bir müstemlekede yaşıyor olmanın dayanılmaz ağırlığını birazcık daha hissetmek istemiyorsanız kesinlikle oynat düğmesine basmayın! Sâdece ilk dakikayı dinleseniz bile yeter. 1950'ler ile 2020'ler farklı mı zannediyorsunuz? Evet taşlar farklı ama altındaki çıyanlar hep aynı, o zaman alenî ipuçlarını birleştirmek de size kalıversin.
Kaldı ki Sinop yalnızca sıradan(!) bir numune, mesela Çeşme farklı mı? Ya Çanakkale? Ya da Üsküdar başta olmak üzere eski İstanbul topraklarındaki milyonlarca Müslüman'ın mezarları üzerinde giderek yükselmekte olan apartımanlar...
Cam Elyafları uzun zamandır olduğu gibi günümüzde de karmamalzeme ile gerçekleştirilen sanayi üretimleri açısından son derece önemli bileşenlerdir. Aslında bu konu önceki yıllarda zaten giriş mahiyetinde ele alındığı için bu verilere [1] üzerinden göz atmak faydalı olabilir ki aynı bilgileri burada tekrar etmeye gerek olmasın.
Diğer taraftan burada Cam Elyaflarının temel türlerinden biri olan S-Camı elyaflarından, yalnızca özel bir maksatla, biraz daha bahsedilecektir fakat buna gelmeden önce başka bir küçük hikâye anlatmak gerekecek:
1987'de Avustralya, Kockums (İsveç) ile altı adet Tip471 Sınıfı denizaltı inşa sözleşmesini imzaladığında, akıllıca bir hareketle bu maliyetin içine arge safhasındaki yeni nesil bir İsveç çeliğinin haklarının alınmasını da ekledi ve böylece özgün Bis812EMA çeliğini kendi topraklarında üreterek söz konusu denizaltılarının inşasında başarıyla kullandı.
Bu hareket aynı zamanda, ülkenin henüz başlangıç safhasında olan Yüksek Evsaflı Çelik üretim yeteneklerinde, zırh çelikleri başta olmak üzere, ciddi bir artışın ve küresel ölçekte belirgin bir saygınlık kazanmalarının da önünü açtı.
Doğal olarak bu noktada durmak istemediler ve 2010 civarında hazırlanmakta olan gelecek nesil denizaltı projelerinde kullanılmak üzere, mekanik açıdan HY100 eşdeğeri Bis812EMA çeliğinden daha üstün nitelikli ve "kendi harekat ihtiyaçlarına uyarlanmış" bir mukavim tekne malzemesi geliştirmeye karar verdiler. BlueScope, Bisalloy ve Wollongong Üniversitesi'nin birlikte çalışmasıyla 2013 civarında iki adet 220ton üretim yaparak ihtiyaç duyulan denel çalışmalarda kullanmaya başladılar. Söz konusu çeliğin evsafı hakkında açık kaynaklarda bir veri bulunmamaktadır.
Avustralya'nın SEA1000 ihalesini Naval Group (Fransa) Kısakuyruk Barakuda teklifi ile kazandıktan sonra, 2018 içinde, yukarıda adları geçen Avustralyalı çelik üreticileri ile Naval Group arasından söz konusu denizaltının inşa edileceği çeliğe ait 250ton deneme üretimi yapılması üzerine bir anlaşma imzalanmıştı. Geçtiğimiz haftalarda bu üretim tamamlanarak gerekli değerlendirmelerin yapılabilmesi için Fransız şirketine teslim edildi.
Yeni Avustralya denizaltısının, Fransız Barracuda Sınıfı nükleer denizaltının konvansiyonel bir türevi olacağı söylendiğine göre ve söz konusu denizaltı üzerinde de HY130 eşdeğeri Fransız 100HLES çeliği kullanıldığına göre, Avustralya tarafından üretilerek, kendi denizaltılarının mukavim teknelerinin inşasında kullanılacak çeliğin de mekanik açıdan HY130 eşdeğeri olacağı kolayca tahmin edilebilir.
Yine de bu çeliğin doğrudan lisans altında üretilen Fransız kökenli 100HLES mi, yoksa biraz yukarıda bahsi geçen özgün bir türev mi olduğu şimdilik biraz belirsizdir ama Bakırlı Bis812EMA teknolojisi üzerinden türetilmiş, patlamalara karşı direnç, manyetoesneklik, galvanik korozyon gibi açılardan daha farklı bir çelik olma ihtimâli de mevcuttur. Her hâlükârda gelecek nesil Avustralya denizaltılarının, Japon Soryu Sınıfından sonra, denizlerdeki en yüksek mukavemetli çelik ile inşa edilmiş konvansiyonel denizaltılar olacağı açıktır derken, üç gün önce Avustralya hükümeti resmi olarak Kısakuyruk Barakuda projesinden çekildiklerini, beş yıllık bir çalışmadan sonra, açıklayıvermiş...
Yine de bir kere daha alenen görülebildiği gibi; bir Ülkenin/Donanmanın bir denizaltı projesini ne kadar ciddiye aldığının temel göstergesi herşeyden önce mukavim tekne malzemesinin niteliği ve bağımsızlığıdır!
Bir süredir Makina Kimya Endüstrisi (MKE) tarafından gemiler için 20mm bir Yakın Savunma Sistemi geliştirilmekte olduğu söyleniyordu. Kısa süre önce gerçekleştirilen İDEF fuarında söz konusu ürünün sergilenmesiyle birlikte durum kesinlik kazanmış oldu. Meselenin göründüğünden çok daha hassas olması sebebiyle bu konuyu, çok geç olmadan tartışmaya açmak gereklidir.
Eldeki verilere göre bahsi geçen silah sistemi üzerinde; MKE ürün yelpazesi içinde görülen M61A1 topu [1] kullanılacak gibi görünüyor. Bu altı namlulu 20mm'lik döner top, muhtelif savaş uçakları üzerinde olduğu gibi gemi yakın savunması amacıyla Phalanx Blok 0'lar ve Blok 1A'lar üzerinde de kullanılmaktadır ki bu sürümler ABD'den alınan hurdaya ayrılmış gemiler vasıtasıyla, gâliba 90'lardan itibaren Türk Donanmasının kullanımına girmeye başlamıştı.
13 Mart 1986 günü İrlanda Denizinde devriyede olan ABD'nin nükleer balistik füze denizaltısı Nathanael Greene, bu sığ denizde sualtı seyri esnasında karaya oturdu; pervanesi koptu, kuyruk dümenleri ve safra sarnıçları hasar gördü, buna rağmen denizaltı sahip olduğu Yardımcı Sevk Cihazlarını kullanarak Holy Loch / İskoçka'daki ABD deniz üssüne kendi imkânlarıyla dönebildi.
2011'de İngiliz nükleer balistik füze denizaltısı, sualtında seyir hâlindeyken (beyan edildiği şekliyle) tulumbajet sevk sistemine giren yabancı maddeler sonucunda ciddi bir sorun yaşadı ve ancak taşıdığı iki içeri-çekilebilir Yardımcı Sevk Cihazını kullanarak üssüne geri dönebildi. Bu tür örnekleri artırabilmek mümkünse de şimdilik yeterli sayılabilir.
Gemiler ilk kez buhar makinaları ile tahrik edilmeye başlandığında, sevk; genellikle vasata iskele ve sancak olarak yerleştirilen, Çark adı verilen pervane türü ile sağlanıyordu. Kısa süre sonra ise bugüne kadar kullanılagelen Uskur Pervane adlı yeni bir sevk cihazı sahneye çıktı. Söz konusu icadın kime ait olduğu yönünde; Du Quet, Bernoulli vs. gibi çeşitli görüşler mevcuttur.
Bu arada "uskur" Türkçeye, İngilizce "screw" ifâdesinden doğrudan alınarak yani bugünkü Türkçeye İtalyancadan alınan hâliyle "vida" anlamında geçmiştir. Günümüzde "uskur (vida) pervane"lere kısaca "pervane" denilir ve pervane ile vida hareket tarzları açısından eşdeğer araçlardır, örneğin vidanın da pervanenin de tek bir tam dönüşte, dönüş ekseni doğrultusunda alabileceği (kuramsal) yola "hatve" adı verilir(di).
Günümüzde pervane hatvesi ifâdesini benden başka pek kullanan kalmadı, artık konuyla ilgilenenler ana okulundan itibâren aşılandığı üzere, anglo-amerikan kültürüne tamamen boyun eğdikleri için "hatve"ye "piç" demeyi pek bir seviyorlar, nedense! Asıl soru ise şudur; bu tür bir tercihi (bilinçli olarak) yapanlar, günü geldiğinde ve Türkiye anadili İngilizce olan insanların saldırısını uğradığında, (gerçekte) hangi tarafta olacaklar?
Resim.1) Halkalı Pervane tasarımlarında birkaç örnek, solda 1893 tarihli bir patent, ortada pervane tarihinin önemli isimlerinden İsveçli John Ericssons tasarımı ile 19.yüzyılın ikinci yarında imâl edilmiş 1,75m çapında bir pervane, sağda ise 1924 tarihli bir başka patent çizimi.
Eğer javacript'iniz açıksa bu sayfadaki yüksek çözünürlüklü resimlere fare tekerleği ile yaklaşabilmek mümkündür.
Hindistan bölgesinde üretilen afyonun giderek çok önemli bir ticârî madde hâline gelmesi üzerine, bölgenin hâkimi olan Babür Devleti hükümdarı Ekber Şah 16.yüzyılın son çeyreği civarında afyon ticâretine devlet tekeli uygulamaya başladı. Yaklaşık bir asır sonra ise İngilizler, Türkleri mağlup edip Hindistan'ı tamamen ele geçirdiler. Bu gelişme Yeni Dünya Düzeni denen şeyin başlangıcı olarak da kabûl edilebilir.
İngiliz hâkimiyetine giren Hindistan'da afyon üretimi çok bir büyük artış gösterdi, artık afyon Çin'i içeriden çökerterek iliğine kadar sömürebilmek için kullanılan ve inanılmaz kârlar sağlayan, yükte hafif - pahada ağır, müthiş bir silahtı ve Yeni Nesil Savaş başlamıştı.
Aslına bakılırsa bu yazı sâdece hemen yanda kapağı görülebilen ve Aytunç Altındal tarafından yazılan, 1979 tarihli "Haşhaş ve Emperyalizm" adlı kitabı kısaca ziyaretçilere tanıtmaktan ibâretti fakat meselenin, son iki asır içinde, hem Dünya, hem de Türkiye'de cereyan eden bütün gelişmelerle bir şekilde bağlantılı olması sebebiyle, içerik biraz daha uzayabilirdi.
Öncelikle söz konusu kitaptan birkaç satır alıntı vermek gerekirse:
"Kitap iki kısımdan oluşuyor. Birinde 'Haşhaş'ın 12 Mart, uyuşturucu maddeler ve Emperyalizm karşısındaki konumu irdeleniyor. Diğerinde ise, 1969-1974 yılları arasında hazırlanmış ve yine aynı yıllar arasında yayınlanmış inceleme makalelerimiz yer alıyor."
"Haşhaş ve Emperyalizm arasında var olduğunu kabul ettiiğimiz doğrudan bağlantıyı sergileyebilmek için ilkin 12 Mart'a (1971) ... bakmamız gerekmektedir."
"Şurası net ve kesindir ki, 12 Mart'ın haşhaşla gizlenemeyecek bir göbek bağı olmuştur... 12 Mart'ta CIA vardır; büyük ölçüde vardır, 12 Mart'ta haşhaş vardır... "
"... Muhtıra 12 Mart 1971'de Türkiye radyolarının öğlen haber bültenlerinde okutulmuştur... Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel kabinesiyle yaptığı iki saatlik toplantıdan sonra istifa etti. Muhtıra zoruyla istifayı İsmet İnönü şöyle nitelendirmiştir: ... Demokratik mekanizma işliyor. "
ABD (kendini) uzaktan savunma yaklaşımını oluşturduktan sonra 1958'de üç Nato üyesine Jupiter balistik füzeleri yerleştirmeye karar verdi ki söz konusu ülkeler; Türkiye, İtalya ve Fransa idi. Bunula birlikte kendi milli nükleer silah altyapısını oluşturma kararlılığındaki Fransa bu talebi hızla reddetti ve söz konusu sürtüşme ilerleyen senelerde Fransa'nın Nato'nun askerî kanadından çekilmesindeki etkenlerden olacaktı.
Diğer taraftan Türkiye bunu hemen kabûl ederek kendini o kadar büyük bir tehlikeye attı ki bu topraklardaki insanlar, Küba krizi esnasında zirveye çıkan soğuk savaş pazarlıkları sırasında nasıl bir bela içine düştüğümüzü ve nükleer bir felâketten son anda kurtulduğumuzu ancak olaydan çok uzun zaman sonra fark edebilmeye başlayacaklardı ama burada Türkiye'nin Jupiter hikâyesi ele alınacak değil.
Bir bakıma Gladyo'ya ismini verecek kadar mevzunun içinde(!) olan İtalyanlar da 1959'da bizim gibi hemen ABD ile ikili bir anlaşma yaparak Jupiter füzelerinin topraklarına yerleştirilmesine izin verdiler. Tabii bu noktaya gelene kadar olanlar, aynı zamanda daha önce kısaca bahsettiğimiz İtalya'nın nükleer denizaltı macerası ile de doğrudan bağlantılıdır ve bu oyun İtalya'nın siyâsi ve iktisâdî yapısına hâkim olabilmek için ustaca tezgahlanmıştır, tıpkı aşağıda bahsi geçecek ikinci dalga ile de olduğu gibi...
Gerris Akış Çözücüsü sahip olduğu yetenekler sebebiyle önemli bir akışkan mekaniği yazılımıdır ve aynı zamanda açık-kaynaklıdır. Stéphane Popinet tarafından 2000-2013 arasında geliştirilen yazılım, uzun zamandır ilerlemesi durmuş olsa da belli türde problemler için bilhassa akademik çevreler tarafından hâlâ tercih edilmekte, kullanılmaktadır.
Nesneye dayalı bir tarzda C diliyle yazılmış olan Gerris, açık-kaynak yazılımların doğası gereği, Hesaplamalı Akışkan Dinamiği alanında, yazılım geliştirme temelinde çalışmak isteyen gençler için bâzı ilginç imkânlar sağlayabilecek bir yapıdadır ki Dünya genelinde bu tür özelleştirilmiş Gerris türevleri üzerinden yürütülmekte olan çalışmalar da mevcuttur. Ayrıca ilerleyen dönemde bu sitede Gerris çözücüsü kullanan bâzı örnek çalışmaların dosyaları da sunulacaktır. Bu sebeplerle önce Gerris çözücüsünün kurulmasını ele almak uygun olurdu.
Bilgisayar Destekli Mühendislik uygulamaları açısından yaygınlık ve kolaylık göz önüne alınarak mevzu Ubuntu 20.04 LTS sürümü temelinde açıklanacaktır ama süreç benzer şekilde farklı Linux dağıtımlarına da rahatlıkla uygulanabilir.
Malvinas çatışmasında yaşananlardan sonra ABD donanması gemisavar güdümlü mermi tehditlerini ciddiye almaya başladı. Bunun sonucunda da söz konusu tehditleri olabildiğince iyi temsil edebilecek yeni nesil uçan hedef araçlar kullanarak gemiler için benzetilmiş savunma denemelerine ağırlık verildi. Bu faaliyetlerde elde edilen tecrübelerin ilgi çekici ayrıntıları mevcut olmakla birlikte şimdi sadece birinden kısaca bahsedilecek, bir diğerinin de daha sonra ayrıca ele alınması düşünülüyor.
Resim.1) Bir BQM-74 hedef aracı, bir yakın savunma sistemi (büyük ihtimâlle 20mm Phalanx) tarafından kovalanırken. [1]
1920'lerde kuvantum mekaniğinin ortaya çıkışından bu yana konuyla ilgili bilimadamları meselenin nasıl en iyi şekilde izah edilebileceği hususunda fikir birliğine varamadılar. Mesela Niels Bohr ve Werner Heisenberg merkezinde temsil edilen Kopenhag yorumu, deneyi yapan kişinin bilincinin sonucu etkileyeceğini savundu. Diğer taraftan Karl Popper ve Albert Einstein merkezinde temsil edilen Paris yorumunda ise nesnel bir gerçekliğin mevcudiyeti savunuldu.
Daha sonraları bir başka fizikçi; Erwin Schrödinger, Kopenhag yorumuna Einstein kadar sert karşı çıkmıyor olsa da kuvantum fiziğinin ne kadar tuhaf olabileceğine dair bir düşünce deneyine dayanan meşhur makâlesini 1936'da yayınladı. Bu tür konuların devamını ise okuyucunun merakına terk ederek ilerlemekten başka bir çâre yoktu.